31 Mart 2011 Perşembe

Uçsuz bucaksız Patagonya

 Patagonya, 2 Şubat 2011














Buenos Aires’den ayrılıyoruz geçici olarak. Buenos Aires’in merkezi otobüs terminali Retiro’dan bindiğimiz çift katlı Arjantin Otobüsüyle çok merak ettiğimiz Patagonya yollarına düştük sonunda.
18 saatlik ilk Güney Amerika otobüs yolculuğuna hazırız artık. Arjantinliler otobüs konusunda çok iyiler diye okumuştuk binmeden önce, yani bizdeki servisten kat be kat iyiymiş...yine de bizi tam olarak ne gibi sürprizlerin beklediğini bilmiyorduk. Gerçi Türkiye’ye göre epeyce pahalı olan otobüs biletlerinin birkaç türü var. Biz cama ejectivo denilen (bir nevi 2.sınıf) ve bayağı yatak olabilen koltuklarda seyahat edeceğiz. 4 çeşit koltuk var Arjantin otobüslerinde. Cama ejectivo, semi cama (yarım yatak olabilen), suit cama (tam yatak olabilen) ve normal koltukları olan otobüsler. 
Yola çıkalı daha 2-3 saat olmuştu yemek servisi başladı. Önce soğuk sandviç ve mezelerden oluşan bir tabak verdiler ardından epey büyük bir et parçası olan ana yemeği. Yemeğin yanında da istersen şarap. Yemek faslı bitince hadi bingo oynuyoruz dediler ve herkese bingo kağıtlarını dağıttılar. Biz daha 4-5 sayı öğrenmişken birden kendimizi İspanyolca tombala oynuyorken bulduk. Hemen sözlüğün sayılar bulunan sayfasını açtık ama nafile. Sayılar teker teker okunuyor ama biz bir türlü bizde var mı anlayamıyoruz. Birkaç tane anladık işaretledik. Sonra yavaş yavaş açıldık ama arkadan biri bingo diye bağırınca iş işten geçmiş oluyor. Muavin elinde koca bir şarap şişesiyle gelip kazanan şahsa verince ahlanıp  vahlanıyoruz. Hatta kesin biz bingo yapmıştık ama sayıları bilmiyoruz o yüzden olmadı. Bingo faslı bitince film konuluyor. İspanyolca altyazılı romantik komedi. Sonra koltuklarımızı yatak haline getirip uyumaya geçiyoruz. Güzel deliksiz bir uyku çekiyoruz.  Kahvaltı servisi başlayınca uyanıyoruz. Bir güzel kahvaltımızı yapıp camdan dışarıya bakmaya başlıyoruz ki uçsuz bucaksız Patagonya pampaları. Ne bir ağaç var ne de bir yükselti. Bizim Konya ovası bile yanında küçücük kalır. Derken lastiğimiz patlıyor çekiyoruz bir istasyona lastik değişiyor.
PUERTO MADRYN
Velhasıl saat 14.30’da Puerto Madryn otobüs terminalindeyiz. Hemen terminaldeki turizm ofisine gidip bir harita alıyoruz, ve kalacak bir yer bulmak için başlıyoruz sokakları dolaşmaya. 4-5 yere sorduktan sonra bir ailenin işlettiği Verona pansiyonda karar veriyoruz. Burası küçük bir sahil kasabası. Saat 13.30-17.00 hemen hemen tüm dükkanlar kapalı. Biz de sahildeki bir bara oturuyoruz bira içmek için.
Biramızı içerken gel-git’i seyrediyoruz. Evet Puerto Madryn’de günde 4 kez gel-git oluyor. Oturduğumuzda denize 50 metre mesafe vardı, deniz gittikçe bize yaklaşıyor. Biz kalkarken denizle 10 metre kalmıştı aramızda.










Peninsula (yarımada demekmiş) Valdes, denizaslanlarının, penguenlerin, orkaların yani bilumum canlının olduğu büyük bir yarımada. Koruma altındaki milli parkta Patagonya lamalarını gördük uçsuz bucaksız pampalarda. Punta Norte’ye vardığımızda ise yavrularıyla birlikte uçsuz bucaksız kumsalda güneşlenen, uyuyan, çok azı denize giren bir denizaslanı kolonisini görebildik.  Bir sürü yavru olduğu için orkalar bu sahile gelip kıyıya kadar çıkarak yavru denizaslanı yiyorlarmış. Eğer şanslıysanız görebilirsiniz diyor rehber. Ama biz ordayken böyle bir olay olmadı. Pek üzüldüğümüz söylenemez, nasılsa doğanın bu kuralı işliyor her daim, biz görmesek de olur…













Daha sonra başka bir koya gidip deniz fillerini görmeye çabaladık ancak mevsim onların çoktan buradan gitmiş olduğunu haber veriyordu, kumsalın güzelliğinin yanı sıra nefis mercan resifleri objektifimize harika renkler verdi.













Deniz filleri bize görünmese de sevimli pingüinos (penguenler) yanı başımızdaydı. Yıllar yılı belgesellerde izleyip, hep o paytak yürüyüşlerine güldüğümüz, uçamadıkları için hep bir garip, kuş- balık arasında kalmış penguenler yavrularıyla birlikte sakin sakin güneşin tadını çıkarıyorlardı biz vardığımızda. Pek istiflerini bozmadılar bizi görünce, öylece yukarı doğru bakmaya ve paytak paytak yürümeye devam ettiler. Kim bilir, belki de pek gıcık olmuşlardır fotoğraf çekmeye çalışan insanları görünce! Her neyse, o hallerini gördük ya artık daha belgesel seyretmesek de olur…
 

 
 


Belgesel film gibi yaşanılan günün yorgunluğunu 50 çeşit pizzasıyla gönlümüzü fetheden ve yanında Patagonya şarabı içtiğimiz küçük ve mütevazi pizzacı La Cesera‘da pizza yiyerek üzerimizden attık.(Arjantin’de klasik İtalyan etkisi, o kadar çok pizzacı, makarnacı ve dondurmacı var ki)










Ardından meydandaki parkta toplaşan kalabalığın yanına sokulduk. Üç kişilik bir sokak tiyatrosu izleyicileri gülmekten kırıyor ve bol alkış topluyordu. İspanyolcayı anlamadığımız halde hal ve hareketleriyle bizi de güldüren bu ekibin en sevimli ve meraklı izleyicileri ise çocuklardı.













EL CALAFATE, 6 Şubat 2011
Arjantin’de hiçbir şey için acele etmeye gerek yok çünkü hiçbir şey için stres yapmayan insanların diyarı burası! Otobüsümüzün saati çoktan geçtiği halde 2 saatlik bir gecikme olacağını ancak sorarak öğrenebiliyoruz. Hava güzel, nem yok, bekle gitsin! Aklımıza takılan tek şey aktarma yapacağımız ana durak Rio Gallegos’tan kalkacak otobüse yetişemeyecek olmamız. Yol belirliyor nasılsa yolcunun yönünü deyip beklemeye devam ettik. Sonunda otobüsümüz Don Otto geldi de 19 saatlik yolumuza çıkabildik.
Tahmin ettiğimiz üzere otobüsün gecikmesi nedeniyle bir sonraki otobüsü kaçırdık. Biz de bunun üzerine yolda tanıştığımız arkadaşlarımızın da gitmeyi hedefledikleri ve bizim de B planımızda bulunan El Calafate’ye gitmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız, birlikte çok keyifli günler geçirdik.

El Calafate ismini “yabanmersini” meyvesinden alıyor, And Dağlarının çevrelediği gölün etrafında kurulu olan bu güzel yerde yabanmersini o kadar çokmuş ki buraya onun adını vermişler. El Calafate, Patagonya’nın kurak pampalarının aksine gölün oluşturduğu ılıman hava nedeniyle yemyeşil. Gölde yazı geçirmeye gelen bir sürü flamingo vardı, tam bir köy havasında olan çiftlik evlerinin bahçelerinde de atlar.













El Calafate’ deki 2. Günümüzde anladık ki bu bölgelerin en büyük özelliği bolca milli parka sahip olmaları ve trekking-kamp-dağcılık için nefis zeminler sunmaları. Bizim böyle bir amacımız olmadığından (ekipmanımız yok, ayrıca eğitimimiz de) daha çok bu bölgelerin görülesi yerlerine gitmeye çalışıyoruz. El Calafate’deki Perito Moreno buzulu da işte böyle görülesi muhteşem bir yerdi. Arkadaşlarımızla birlikte kaldığımız hostelin ayarladığı tura yazıldık ve harika dağ manzaraları eşliğinde buzulun olduğu milli parka gittik. Tarif etmek zor, ancak o koskocaman canlı beyaz kitleyi görünce bakakalıyor insan. Canlı diyorum çünkü buzul sürekli olarak büyüyor, kendinden kopan parçalara aldırmaksızın. Dünyanın tek küçülmeyen buz kütlesi burası. And sıra dağlarının zirvesinden Lago Arjantin‘e (Arjantin Gölü) doğru yüzyıllardır kayan buz kütlesi gölün üzerindeki tekneden onu seyreden sefil insanlara ne kadar canlı ve muhteşem olduğunu gösterircesine sesler çıkarıyordu. Kendinden koparak göle düşen küçücük bir kitlenin bile kopuş anında çıkardığı çatırtı insanı hayrete düşürüyor doğrusu…neyse  daha fazla anlatamayacağız en iyisi resimler anlatsın.

 






USHUAIA, 9 Şubat 2011

‘Fin Del Mundo’ yani dünyanın sonu denen yerde Antarktika’ya sadece 1000 km uzaklıktayız. Buenos Aires’ten beri 3400 km yol yapmışız. Neden dünyanın sonu diye sorarsanız söyleyeyim: Ushuaia’lılara göre bu şehir dünyanı en güney noktasında bulunuyor. Buradan ötede insan yerleşimi yok, sadece askeri saha ve Antarktika yani güney kutbu var!











Tabii ki bu durum gayet güzel bir turistik malzeme ve gezginlerin mutlak uğrak noktası.  Ee, bizde gezgin olduğumuza göre buraya gelmek zorundaydık!
Yolu anlatmak lazım biraz da, Patagonya bölgesi bizim gördüğümüz kadarıyla uçsuz bucaksız pampalardan, (bu uçsuz bucaksız düzlüklere pampa deniyor) bu pampaların üzerindeki binlerce koyundan ve özellikle Rio Gallegos - Ushuaia yolu buyunca guanacolar (lama), deve kuşları, anguslar, akbabalar ve tilkilerle dolu yarı vahşi bir coğrafya.












Ortaokulda-lisede coğrafya derslerinde bize öğretilen böyle bir şeymiş meğer; göz alabildiğine uzanan neredeyse hiç ağaç ya da yüksek bir bitkinin bulunmadığı, bunun yerine çalı benzeri monte denen bitki örtüsünün her yanı kapladığı, sonsuzmuş gibi gelen dümdüz bir coğrafya. Ushuaia’ya gelene kadar bambaşka deneyimler yaşadık, öncelikle bu Patagonya bölgesi Arjantin ile Şili’nin paylaştığı, sınırdaş olduğu bir bölge, sınırlar da bir hayli ilginç. Arjantin toprakları içinde yer alan Ushuaia’ya gidebilmek için manasız bir şekilde Şili’ye girip çıkmamız gerekiyor, çünkü Macellan Boğazı’ndan geçmemiz gerek bu boğaz ise Şili sınırları içerisinde. Önce Arjantin sınırından çıkıp Şili pasaport kontrol noktasına girdik. Gerçi bu noktalar aynı bina içerisinde , neyse ki.. Burada yapılan kontrolde  El Calafate’den sırt çantamıza koyduğumuz lavantalarımıza el konuldu! Çünkü Şili devleti dışarıdan hiçbir surette bitki ve hayvan ürününü, hatta ağaç kakması bir bibloyu bile ülke sınırlarına sokmuyor, doğal düzeni bozmamak içinmiş. Ancak kontrol o kadar saçmaydı ki, orada olduklarını dahi unuttuğumuz kaçak lavantaları büyük sırt çantasına değil de yanımızda taşıdığımız küçüğüne koysaydık ona bakmadıkları için kaçak lavantalarımız başarıyla Şili’ye geçecek ve belki de tohumlarını her yana salacaktı! Sonunda kazasız belasız Şili damgasını aldıktan sonra bindiğimi arabalı gemiyle Macellan Boğazı’na açıldık. Bu arada şunu düşünmeden de edemiyoruz, neden bu toprakların bu boğazların isimleri onları keşfeden Avrupalıların isimleri? Güney Amerika’da tarih neden Avrupalıların keşifleriyle yazılıyor ki!  Bu konuda çok öfkeliyiz, talan, sömürü ve krallığı sürdürme gayreti içinde (emperyalizmin klasik döngüsü) yapılan keşifler buralarda yaşayan insanların sonu olmuş. Bütün bunlar yaşanması “kaçınılmaz” tarihsel süreçlerdi belki ancak sürekli olarak “Avrupalı” bakış açısı ile tüm Latin Amerika tarihinin yazılması tahammül sınırlarını zorlamakta.   Bölgenin eski dilleriyle var olan adları bile “keşif” sahibinin bulduğu adlarla anılıyor. Bu konu epey uzun ama üzerine düşünmek gerekiyor.
Macellan boğazı biraz bizim Çanakkale biraz da Eskihisar geçişlerini anımsattı. Farkı ise etrafında hiçbir yerleşimin olmamasıydı. Uçsuz bucaksız pampalara devam…Yol boyunca sayısız koyunun otlaması, Guanaco’ların (Patagonya Laması) komik halleri derken Şili’den çıkıp yeniden Arjantin sınırlarına girmiş olduk. Böylelikle pasaportumuza 3-4 saat içinde 4 farklı damga vuruldu: Arjantin çıkış, Şili giriş, Şili çıkış, Arjantin giriş! Sınırların manasızlığı bu olsa gerek. Ne anlamı var ki o uçsuz bucaksız coğrafyanın ortasında bu damgaların! Eski bir yerli atasözü diyor ki: İnsan toprağa aittir, toprak insana değil. Bize ait olduğunu sandığımız topraklar üzerine yapılan hesaplarla dönüyor bu dünya. Artık Ateş Topraklarındayız. Tierra del fuego: Bu ismi bile Macellan koymuş. Buralara ilk vardığında, sahilde ellerinde meşalelerle bekleyen bu topraklarda yaşayan insanları görmüş. Ellerindeki meşaleler nedeniyle uzaktan bakınca buralara Ateş Toprakları demiş. Kim bilir eski dilde bu toprakların ismi neydi.












Ushuaia’ya yaklaştıkça yükselti artmaya başladı. Önce güzel bir gölün kenarından kıvrıla kıvrıla dağlara doğru tırmandık, And Dağlarının kıtadaki son ucuna doğru. Manzara nefisti, artık etraf ağaçlanmış ve yemyeşildi. And’ların dorukları karlarla kaplıydı; insan bu yükseltileri görünce bu dünyanın üzerinde ne kadar küçük olduğunu fark ediyor. Otobüs terminali olmayan bu kocaman şehirde sahildeki benzinliğin yanında indik otobüsten. Ushuaia’da kışın kreş yazın hostel olarak kullanılan manzarası muhteşem çocuk ranzaları olan hostele yerleştik.
Fin del Mundo (Dünyanın sonunda) Menemen keyfi













Hostel mevzusunun en güzel yanı ve klasik otellerden farkı, acıktığınızda kendinize bir şeyler hazırlayabilmek için gerekli kap kaçağın olması. Biz de dünyanın sonuna gelmişiz menemen yemeden gitmeyelim dedik.



Bu dünyanın sonu mevzusu Ushuaia için o kadar işe yaramış ki, ekonomisi tamamen bu turizm üzerine dönüyor: Beagle kanalının ucundaki fener, deniz aslanları, penguene benzeyen ama uçabilen deniz kuşları bu şehrin görülmeye değer köşe taşları. Ama en önemli nokta ise burası Antarktika’ya giden tüm gemilerin kalktığı yer. Çünkü Ushuaia’dan Buenos Aires 3500 km iken Antarktika 1000 km.
Neyse kilometrelerin bir anlamı yok şimdi. Önemli olan yolculuğun kendisi. O halde yola devam...

1 yorum: