31 Ocak 2011 Pazartesi

Bienvenidos Buenos Aires

27 Ocak 2011 - Buenos Aires


Sonunda sıcak yarım küreye adımımızı attık! Dünya işte; bir tarafı kış kıyametken diğer taraf güllük gülistanlık… Londra’dan 15 saat süren yolculukla önce Sao Paulo’ya buradan da aktarmayla sonunda Buenos Airesteyiz. Yolculuğumuz gayet keyifliydi (uçağın 3 saatlik rötarı bile canımızı çok sıkmadı) Havaalanına indiğimizde sıcaklığı yüzümüzde hissettik, sonra sırtımızdaki polarlar bizi yakmaya başladı. Yine de çıkarmaya cesaret edemiyoruz bir türlü, ee kolay mı üç aydır o polar kazaklarla en yakın dost olmuşuz. Neyse sonunda latin amerikanın güneşi ağır bastı ve ver elini incecik tişörtler, yine de ayağımızda hala botlarımız!










Koskoca Amerika kıtasına ilk ayak basışımızdan sonra kısa süren pasaport kontrol vs. hayhuyundan da rahatlıkla çıkıverdik.  Arjantin ve diğer Latin Amerika ülkeleri (Peru hariç) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize uygulamıyor, pasaport kontrolünde de gayet iyi bir yaklaşımları var, kendilerini takdir ettik.
Havaalanından kalkan bizim havaş servisleri benzeri otobüslerle  kişi başı 45 pesoya şehir merkezine gittik. Buenos Aires ilk bakışta büyük bir şehir olduğunu hissettiren bir havaya sahip, tam bir metropol. Bir yanda koloni döneminden kalma yapılar diğer tarafta 30 katlı büyük apartmanlarla dolu, biraz sanki İstanbul gibi ama kesinlikle Latin Amerikalı bir şehir.














İlk günün yorgunluğu, burada yaşayan arkadaşlarla konuşmanın keyfi ve ama sıcak havanın bizde yarattığı sersemlik (ee dile kolay -1 dereceden 31 dereceye gelmişiz!) derken henüz kalacak yerimizi ayarlayamamıştık. Elbette bunda Buenos Aires’e tasarladığımızdan çok daha geç varmamız ve Arjantinli emlakçıların ehli keyf halleri de büyük bir payı vardı. Bunun üzerine arkadaşımızın davetine uyarak günü onların evinde sonlandırdık.

MADRES DE PLAZA DE MAYO:



















İkinci günümüzde işlerimizi çabucak hallettikten sonra gitmek istediğimiz yer elbette ki Plaza de Mayo annelerinin eylemlerini yaptıkları meydandı, her Perşembe saat 15.30 da anneler toplanıyor ve onları destekleyenlerle birlikte eylemlerini yapıyorlardı. Biz de bu eyleme katılmak için arkadaşlarımızla birlikte yola çıktık. Meydana vardığımızda başka pankartlarda gördük, aslında Buenos Aireste her gün bir çok eylem olduğunu görmek mümkünmüş. Biraz daha ileride ise bizim “anneler”in çadırı görünüyordu. Çadırlarında kitap, kart, broşür, rozet vs. satıyorlar. Çoğunluğu turistlerden oluşan bir  kalabalık da bu çadırın etrafını sarmış bir şeyler satın alıyor ve fotoğraf çekiyorlar. Bir kısmının, bizim gibi hem destek olmaya hem de tanık olmaya geldikleri belli ancak her şeyin turizm malzemesi olabileceği bir dünyada bu kadar turistin burada olması...
Oysa ki annelerin tarihi bir mücadele örneği; ‘Plaza de Mayo Anneleri’ 1977 faşist darbesinden sonra çocukları, faşizmin zindanlarında yaşamlarını yitirmiş kadınları ifade ediyor.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Edinburgh

21 Ocak 2011 - Edinburgh 










 








Londra Victoria Coach Station’dan kalkacak Glasgow otobüsünü beklerken oturduğumuz Shakespeare Bar’da arka masamızda İtalyanlar, yan masada İspanyollar yemek yemekte. Özgür dışarı sigara içmeye çıktığında ise biri Uşaklı diğeri Sivaslı iki Türkiyeli ile sohbet etti. Böylelikle Londra’nın en önemli özelliği bir kere daha kendini gösterdi. Burada her milletten insanla karşılaşman mümkün.















Evet, ne demiştik yolumuz bu sefer İskoçya’ya önce Glasgow oradan da Edinburgh’a gideceğiz. Megabus otobüs firmasıyla biletler kişi başı gidiş geliş toplam 37 paund, zira Büyük Britanya’da en ucuz ulaşım aracı sanılanın aksine trenler değil otobüsler. Her yere en ucuza otobüslerle gidilebilir burada, biz de öyle yaptık ve biletimizi iki gün önceden alıp düştük yollara.
Bilgi olsun diye yazıyoruz; otobüs biletleri burada da (paris-londra otobüsünde olduğu gibi) numaralı değil, bileti alıyorsun sonra otobüs gelince sıraya giriyorsun, şoför biletini kontrol ediyor ve içeri girip istediğin (bos bulduğun) yere oturuyorsun, öyle servis falan beklemeyin bizdeki gibi kolonya ya da çay kahve servisi yok hatta mola bile yok. şoförler de bir o kadar acayip, çeşitli istasyonlarda şoför değişiyor biz o sırada uyuyor oluyoruz sonra bir bakmışız bizim şoför yok!! Bazen de insaflı olan bir tanesi çıkıyor ve “çok uzun zamandır oturuyorsunuz, zira koltuk kemerleriniz de bağlı, hadi çay kahve molası veriyorum” diyerek bizi şaşkınlığa sürüklüyor. velhasıl buralarda şehirlerarası otobüs olayı mutlaka denenmesi gereken bir fenomen.

Ve Glasgow`dayiz...

                                             
    
8 saat suren rahat bir gece yolculuğundan sonra sabahın ilk ışıklarıyla vardık Glasgow’a. Yeni bir yer görmenin heyecanıyla çabucak ayılıp elimize bir harita alıp şehirde dolaşmaya başladık. Bu arada belirtmek lazım Glasgow Buchanan otobüs garındaki tuvaletler ter temizdi. Sabah saatleri olduğu için sokakta gördüğümüz herkes bir telaş içinde işine gitmekteydi, biz de hatırladık yeniden sabah kalkıp işe gitmenin nasıl bir duygu olduğunu. Şehirde ilk göze çarpanlar ise sanat galerilerinin, fuar alanlarının ve üniversitelerin çokluğu oldu. Burada da bir “istiklal caddesi” benzeri sağlı sollu dükkânların yer aldığı ve araç trafiği olamayan Buchanan Street var. İlk önce buna paralel başka bir caddeden nehre (River Clyde) yürüdük sonra yolumuz kesişti ve bu caddeyi de gezdik. Elbette her Avrupa şehrinde olduğu gibi burada da bir Katedral var ve biz onu da gördük. Ama başta da dediğimiz gibi göze çarpan en önemli ayrıntı üniversitelerin ve kampüslerin çokluğu. Glasgow büyük ve endüstriyel bir şehir, Londra’da sık görmeye alıştığımız 100 yıllık şirin iki katlı evler ve tarihi binalar pek yok. Gerçi 4 saatte şehir ne kadar görülebilir ki, yine de ilk gözümüze çarpanları yazıyorum, bu da bir deneyim.

Glasgow’dan 12’de ayrıldık ve yaklaşık 1,5 saat sürecek Edinburgh yolculuğuna başladık. Otobüs yol boyunca kah tek katlı şirin İskoç evlerinin kah yemyeşil çimenlerde otlayan koyunların kah at çiftliklerinin yanı sıra bize hoş manzaralar sunarak yoluna devam etti. Edinburgh’a vardığımızda ise şehrin eski taş evleri, şatoları bizi karşıladı. Elbette “İstanbul berberi” yazısıyla Türkiye’li göçmenler de. Otobüs Haymarket’ten devam ederek şehrin en işlek caddelerinden biri olan Princes Street üzerinde bize kısa bir panaromik tur dahi yaptırdı diyebilirim zira yol boyunca çeşitli kuleler, bahçeler ve nihayet meşhur kale. İnip eşyalarımızı otelimize bıraktıktan sonra çıkıp şehri turlamaya başladık. Daha önce Edinburgh hakkında okuduğumuz ve aklımızda yer eden yazıları da yanımıza alarak şehrin hem tarihini hem şimdisini biraz anlamaya çalıştık, insanlara baktık biraz kafelere, lokantalara, sokaklara, otobüslere…Londra’nın aksine sakin sokaklar, daha İskoçyalı gibi duran (yanlış anlaşılmasın, Londra’nın kozmopolitiğine itirazımız yok, farklılığı severiz biz.) yani kırmızı yanaklı kızıl saçlı insanlar, gayda sesleri, İskoç etekleri ve atkıları gördük. Ama en çok içimize işleyen ve ruhumuzun derinliklerine yer eden görüntü şehrin inanılmaz şaşırtıcı, güzel ve bir o kadar ürkütücü silüetiydi.  Edinburgh’a (Edinbra diye okunmakta) gelmeden önce okuduğumuz hikayelerin de etkisiyle sokaklarında dolaşırken eski karanlık günleri düşünmeden edemedik ama mesela “writers museum” (yazarlar müzesi) gibi mekanları görünce de bir o kadar sempati duyduk. Bir korku filmi çekecek olsaydık Edinburgh’u mekan olarak seçerdik ama bundan şu anlaşılmasın; Edinburgh korkunç bir şehir değil.
Edinburgh'yi çözmeye çalışırken... 
       











İlk bakışta şehir...
 

        






North Bridge: Yeni şehirden eski şehire geçerken










Özgürlük için mücadele eden İskoçlarla kendilerini satan İskoçların mücadelesi yansımış şehre. Eski şehir denilen ve ortasından geçen cadde Royal Mile (High Street) ile sağlı sollu en az 300 yıllık binaların yükseldiği, bir ucu ünlü Castle Rock (Edinburgh Kalesi) diğer ucu Kraliyet sarayına uzanan görülesi mekanlar. Eski volkanik kalıntılar üzerine kurulmuş olan şehirde en göze çarpan ünlü kale Castle Rock ve önünde uzanan Royal Mile (Kraliyet Yolu) bu volkanik kayaların en yükseğine kurulmuş ilk şehrin savaşlarla geçen 900 yıllık tarihini anlatıyor. Birbirinden ayrı duran klanlar, bunları birleştirmeye çalışan William Walles gibi kahramanlar (bilenler bilir Cesur Yürek Mel Gibson!!) ama sonunda İngilizlere boyun eğerek Büyük Britanya’nın bir parçası olan İskoçlar.
Royal Mile (high Street)   
        
Free Tur



Kalabalık bir Free tur ekibiyle şehri dolaşırken...

Şehrin karanlık geçmişi bugün (her yerde olduğu gibi) turizm malzemesi olmuş. Biz de ikinci günümüzde ilk defa Edinburgh’da karşılaştığımız “Free tour” a (ücretsiz şehir turu) katılarak bu karanlık geçmişin biraz daha içine girdik: Royal Mile adından da anlaşıldığı üzere sadece gösterişli bir Kraliyet Yolu değil aynı zamanda tanık olduğu şiddetten dolayı da iç karartıcı bir cadde. Mesela hırsızlara verilen ceza bir gösteriye dönüşüyormuş burada; adalet sarayının önündeki bir tahtaya kulağından çivilenen hırsız bir gün boyunca orada bırakılıyor ve halkın her türlü işkencesine maruz bırakılıyormuş, hırsızlıkla suçlanan yüzlerce insan bu cezayı çekmek için sırada beklerken bir yandan da Royal Mile’ın arka sokaklarında kadınlar cadı oldukları gerekçesiyle kovalanıyormuş. Cadı avı… 1500 kadının infaz edildiği biliniyor. Anglikan Kilisesi ise insan dayanıklılığı üzerine vahşi deneyler yapıyor, Anglikan mezhebini kabul ettirmek için yüzlerce insanı dondurucu soğukta çırılçıplak kilise avlularında bekletiyormuş. Bir de katiller ve hikayeleri var şehirde. Bu katil hikayelerinin en ünlüsü Burke ve Hare’e ilişkin olan. Tıp fakültesinin kadavra isteği kimsesiz mezarlıklar açılarak karşılanıyordu, sonra bunların üstü demirlerle kapatılınca bu sefer arka sokaklarda insanlar öldürülmeye başlandı. Şimdi bu tıp fakültesinde dünyanın ilk klonlanan koyunu Dolly’nin hatıraları dolaşmakta!! Katiller, hırsızlar, ölenler, öldürenler, sisli çıkmazlar ve Edinburgh.



















Bu karanlıktan çıkmanın yolunun bilgiden geçtiğini gören şehrin aydınlık yanı ise bilime ve sanata verdikleri önemle kendini göstermiş, her yanda Üniversite binaları, kütüphaneler ,sanat galerileri, kafeler…Bu kafelerden birisi de “the elephant house”; İskoç Krallarının taç giydiği ünlü “kader taşı”nı yazdığı Harry Potter serileri ile “Felsefe Taşı”na dönüştüren J.K.Rowling’in serinin ilk kitabını yazdığı ünlü kafe.

Elbette İskoç viskisi denemeden gezimizi bitirmedik. Neredeyse onlarca çeşit viskinin sunulduğu ve bir kısmını da tadabildiğimiz meşhur viski evini de taçlandırdık ziyaretimizle. Edinburgh’da her yıl Haziran-Ağustos arasında sayısız festival yapılmakta, bizim yolculuğumuz kışa denk geldi ancak bir sonraki yolculukta festival zamanı yeniden İskoçya koyunlarını görmek ve Edinburgh’da tarihi solumak için geleceğiz.


 

Edinburgh'lu yerlilerle turistleri ayıran en onemli mihenk taslarindan biri de Royal Mile üzerindeki bu kalp! Edinburgh'lılar yoldan geçerken asla bu kalp şeklinde dizilmiş sokak taşlarına basmıyorlar, yanından geçiyorlarmış çünkü bastıkları takdirde asla gerçek aşkı bulamayacaklarına inanıyorlar...bizim gibi turistler ise bunu bilmedikleri için basıp geçiyor...















Her yanda kilt mağazaları
(Kilt: İskoç erkeklerin giydiği ve her rengi başka bir klanı-topluluğu simgeleyen geleneksel bir etek...hani bizim liselerde genç kız öğrencilerin giydiği ve  her daim modası olan iskoç etek aslında...)
  


 Yeni ve eski...





Castle Rock ( nam-ı diğer Edinburgh kalesi)



















Resim yazısı ekle

6 Ocak 2011 Perşembe

MARX

6 Ocak 2011 - Highgate, Londra

Manifesto'nun son cümlesi: "Dünya'nın bütün işçileri, birleşin!"



















11.Tez: " Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir."

2.Tez: Nesnel hakikatin insan düsüncesine atfedilip atfedilemeyecegi sorunu bir teori sorunu degil, pratik bir sorundur. insan, hakikati, yani düsüncesinin gerçekligini ve gücünü, bu dünyaya aitligini pratikte kanitlamalidir. pratikten yalitilmis düsüncenin gerçekligi ya da gerçeksizligi konusundaki tartisma, tamamiyle skolatik bir sorundur.